Erenlerimiz -2
Erenlerimiz – 2 –
Manevi Ziyaretlerle Seyahat Serüveni
Yer yüzündeki halifeleri olmamız gayesiyle, ruhundan üfleyerek yaratılmış insan olduğum bilinciyle değerimin, çaresizlikte saklı gücümün farkına vardığım, dünyaya geliş amacımı, kendimi arayışımın başlangıcı olan o kutlu 2011 yılında başladı manevi ziyaretlerle erenlerin izinde seyahat serüvenim. İlk ziyaretim, Manisa/ Kula- Emre köyündeki, çocukluğumdan itibaren gönlümde taht kurmuş olan Yunus Emre’mizin, deyişlerinde belirttiği gibi kapısında yattığı Tabduk Emre- Yunus Emre Türbesine oldu. Orada aldım ilk o bir kez duyunca daha vazgeçilmez olan uhrevi kokuyu. Uzaklardan gelen kumru sesleri, türbenin kubbesinde uçuşan kırlangıçların yarattığı gizemle o mekanda ibadete, tefekküre doyamadım hiç. Yunus’un kabri üzerinde bitmiş sarı çiçekler dilsiz dudaksız neler neler söyledi…
Sonraki zamanlarda, alt üst olmuş hayatımda bir türlü teskin olamayan taşmış duygularımla Manisa’da bir gece psikiyatri kliniğinde yaşadığım, Rab’bimden başka kimseye dayanmadan kendimi toparlamam, hayata tutunmam gerektiğini öğreterek hayatımı değiştiren acı tecrübe sonunda karşıma çıkan, Yiğitbaşı Veli Ahmet Şemsettin Marmaravi Hz. oldu ikinci sıradaki ziyaret adresim. Aradığım huzuru, yaralarıma çok iyi gelen, çok ihtiyacım olan şefkati buldum o Spil dağının gölgesinde üzeri çiçeklerle kaplı güzel kabirde, küçüçük yeşil mescitinde. Ne zaman daralsam trene atlayıp ona koştum. Yiğitbaşı Veli’mizi rüyamda da ziyaret edecek, himmetine nail olacak kadar sevdim.
2012 yılında Sabri Tandoğan hocamızın bir videosu vesileliğiyle karşıma çıkan, veliliğinden ziyade insan olarak çok sevdiğim, çocukluk idolüm olan idealist doktorluğuyla gönlümü fetheden Dr. Münir Derman’ın kitapları, bin bir güçlükle yola çıkıp sora sora bulduğum Ankara Memlük köyündeki kabri ve Türk’ün rengi turkuaz mavi perdelerinden süzülen ışıkla, kitaplarında önerdiği gibi koyun postundan seccadesinde ibadete doyulamayan güzel mescitinde ise aradığım dermanı buldum çok şükür. Onu çok sevmek ve kitaplarındaki, ses kayıtlarındaki daha önce hiç duymadığım bilgileri anlayabildiğim kadarıyla hayatıma geçirmek kurtuluş yolumun önemli bir dönemi oldu şükürler olsun.
2012 ekim ayında Amerika’da doktora yapan kızımın ziyaretine gidip otuz beş gün kalmıştım yanında. 2009 yılında başladığım tasavvuf okuma ve ibadetle değişim, gelişim sürecimin imtihanıydı sanki bu ziyaret günleri. Oralarda çevrenin güzelliği, koşulların farklılığıyla bırakabilirdim ibadetlerimi ancak bırakmadım çok şükür. Hiç ezan sesi duyamamak en büyük tuzaktı uzaklaşma adına. Ezan saatlerini internetten bulup, müptelası olduğum sabah ezanını her sabah videolardan dinledim ve seher ibadetlerimi de, diğer vakit namazlarımı da eksiksiz eda ettim çok şükür.
Ayrılacağım son gece Newyork’da bir otel odasındaydık. İki gündür yoğun paket gezi programından namazlarımı kılamadığımdan çok huzursuz olmuştum. Sabaha karşı uyandım ve hemen banyoya gidip abdestimi aldım, kıbleyi bile bilmiyordum, hiç umursamadım. Koltukta oturduğum yerden ağlayarak namazımı kıldım, dua ettim. Sabah bir uyandım ki, harika bir rüya görmüştüm, çok sevinçliydim. Üzerimde toz pembe uzun bir elbise ve başımda da yine toz pembe uzun bir yaşmakla yüce bir dağın yamacında, elimde çeyiz bohçası gibi hediyelerle dağa doğru yürüyordum. Karşıma hiç tanımadığım bir adam çıkıyor; sen ne güzel olmuşsun böyle, nereye gidiyorsun bakayım diyor, ben de Mevlana’mızı ziyarete gidiyorum diyordum.
Uyanır uyanmaz bunun yıllardır istediğim ziyaret için müjde olduğu doğdu gönlüme ancak nasıl, ne zaman gideceğimi, şeb-i arus tarihini bile bilmiyordum o tarihte. Yurdumuza döndüğümde telefonumu açtığım an çalmaya başladı, karşımda Salihli anneler derneği kurucularından olan tur gurubu organizatörü mimar Günseli hanım vardı. On dört aralıkta Konya’ya tur düzenledik, senin için de yer ayırdık diyordu. Müjdeden sonra rezervasyonum da hazırlanmıştı şükürler olsun.
Aradaki zamanda sayısız zorlu imtihanlar, engellere rağmen çok şükür on dört aralıkta Konya yollarındaydık. İnanılmaz güzel bir yolculuk ve iki günlük ziyaret sonrası on beş aralık akşamı dönmemiz gerekiyordu. Bu arada on yedi aralıkta şeb-i arus olduğunu artık öğrenmiştim ve her şeyi göze alıp dönmedim, Konya’da tek başıma kaldım. Derviş evinde misafir oldum, şeb-i arus’u da doya doya yaşadım çok şükür. O muhteşem çağrıyı duyan yetmiş iki milletten ve ülkemizin her köşesinden, köylüsü, kentlisi, zengini, fakiri, kapalısı, açığı her sosyal guruptan insan gelmişti. Çünkü o kimseyi ayırmamıştı, herkesi kucaklamıştı çağrısında.
Konya’da, seyahate çıkmadan hemen önce intisap ettiğim Galibi Dergahı dervişleriyle buluşup, iki otobüs peşpeşe, karlı dağların arasından zikirlerle harika bir yolculukla Antalya’ya, ilk mürşidimi ziyarete gitmek de nasip olmuştu. Dergahta içilen şifa değerinde mercimek çorbası ve ilk mürşidimle karşı karşıya geldiğim anlar doyumsuzdu. Her ilk gelen dervişin gönlünü okuyup, en önemli sorunu neyse oradan konu açarmış meğer hep. Benim de baş örtüsü sorunuma değinmişti gözlerime bakarak o yüzden. Dinimizde de, Türklük geleneklerimizde de yeri vardır, baş örtünüzü ihmal etmeyin evladım dedikten sonra, muzip bir tebessüm ve benim kullandığım kelimelerle yüzüme bakarak sımsıkı kapanmak zorunda da değilsiniz demişti.
Dönüş yolunda yakaza halinde bir rüya görmüştüm. Öğretmenler odasında kurul toplantısı gibi bir meclis toplanmış, tek tek değerlendirme yapılıyordu. Sıra bendeydi ve içeride hakkımda neler söylendiğini bir perde arkasından duyabilmeye çalışıyordum heyecanla. İlk cümle bunu başa döndürelim olmuştu. Baş örtüsü konusunda tatsız bir şey yaşadığım için eyvah imtihanı geçemedim, beni atıyorlar korkusuyla ağlamaya, bir şans daha verilmesi için yalvarmaya başlıyordum içimden ve ikinci cümle gelmişti peşinden. Bunu aktarmada kullanalım, çok iyi aktarıyor idi ikinci cümle. Görevi kaptık, atılmaktan kurtulduk sevincimle uyanmıştım. Bu günlere, bu aktarmalara hazırlanmışım yıllardır okuyarak, türbe türbe gezdirilerek ve yazarak meğerse. Lutfedene sonsuz şükür. Hakkını verebilmeyi de nasip eylesin inşallah.
2013 yılındaki hastalığın ikinci taarruzundan itibaren hem şifa arayışı, hem yine seyr-i süluk gereği arttı seyahatlerim. Tedavi yorgunu halimle ilk umreye,dolunay güzelliğinde bir akşam üzeri ay yüzlü sevgili peygamber efendimize gitmek nasip oldu çok şükür. Elli iki yılın tortusunu bıraktım seller gibi akan gözyaşlarımla güzelim mesciti Nebevi’de. Zor nefes aldığım hasta halime rağmen nasıl da güç vermişti Rab’bim.
Oralarda gördüğüm bazı insanlar da ne kadar farklı gelmişti. Kesinlikle bu zamanın insanları değildi çoğu. Gelmiş geçmiş peygamberler, evliyalar hepsi oradaydı sanki. Öyle güzeldiler…
Ay ışığında binlerce müslümanla birlikte namazlar kılmak, imam tarafından okunan doyumsuz üsluplu Fatiha sonrası hepbirlikte arşa yükselir gibi amiiiin demek, neredeyse yirmidört saat kesintisiz ibadet etmek ne doyumsuzdu…
Akabinde gittiğim Kabe’de hissettiklerimi, yaşadıklarımı ifadede kelimeler kifayetsizdi. O tavaf esnasında hep birlikte başımızı Kabe’ye çevirerek selam verdiğimiz yeşil ışıklı çizgide ne vardı ki genç- yaşlı hepimiz hıçkırıklarla gözyaşlarına boğuluyorduk. O sanki Rab’bimiz oradan bize bakarak selamımızı alıyormuş yürek dayanmaz hissini kelimelere dökmek hiç kolay değildi. Anlatılmaz, ancak yaşanır denen aşk bu duygu olmalıydı…