Dolar 40,9706
Euro 47,9550
Altın 4.430,94
BİST 11.372,33
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Sivas 33 °C
Açık

Su Yürekli Kardeşim: Selman Bağrıyanık’ın Efsanesi

23.08.2025
17
A+
A-

Su Yürekli Kardeşim: Selman Bağrıyanık’ın Efsanesi

(Zara’nın yetiştirdiği bütün ülkücülere)

Zara’nın taş sokakları, Selman ve Şerife’nin düğün günü ilk kez gerçek bir ışıkla dolmuştu. Çınar ağacının altında elleri kenetlenen bu iki yürek, toprağın, rüzgârın ve gökyüzünün şahidi olmuştu. Selman’ın gözlerinde, aşkın hem dünyevi hem de ilahi boyutu parlıyordu; Şerife’nin sessiz gülüşü, sabrın ve teslimiyetin simgesiydi. O gün, köyün halkı hem neşeyle hem de içten bir hüzünle gözyaşlarını tutamadı: bir birliktelik hem bir son hem de sonsuzluğa açılan bir başlangıçtı.

Zara’nın bağrında, eski bir çınarın gölgesinde evlenmişti Selman ile Şerife. O gün halk neşe içinde horon teperken, gökyüzü hüzünle doluydu; çünkü her düğün, ayrılığın ve ölümün habercisiydi de. Selman, su yürekli bir gençti; kalbinde taşıdığı aşkı, Şerife’nin gözlerinde bulmuştu. Şerife ise sabrın, sükûtun ve derin sevginin timsaliydi. Onların elleri birleştiğinde, gökyüzünden sanki bir dua yükseldi: “Bu aşk, bal gibi tatlı, sabır gibi derin, ölüm gibi sonsuz olsun.”

Düğün sonrası yıllar, hem sevinç hem hüzünle örülü bir yolculuk sundu. Selman, arıcılık yaparken balın her damlasında Allah’ın isimlerini tefekkür ediyor; arıların çalışkanlığı, disiplin ve sabrı, çocuklarına ve toprağa ilahi bir düzen sunuyordu. Balın tatlılığı, hem dünyadaki emeğin hem de ahirete uzanan aşkın metafizik bir sembolüydü.

Çocuklar doğdukça evin içi hayatla doldu: Şeyda, Eda, Kübra, Abdullah ve Etem. Her biri, Zara’nın doğasında yetişmiş, isimlerinin gereği ulvi bir yolculuğa başlamıştı.

Çocuklar: Ulviyetin Çiçekleri

Zamanla evleri beş çocukla şenlendi. Her biri, Allah’ın isimlerinden birer sır taşıyordu.

Şeyda – Arayışın ve Aşkın Yansıması

Şeyda: Çocukluğunda gökyüzüne bakarak “Orada kim var?” diye sorardı. Büyüdüğünde, aşkı arayışın metafiziğine yöneldi. Sivas’ta ilahiyat okudu, Mevlana’yı, Hallâc-ı Mansûr’u okudukça kalbi kanatlandı. Bir gün aşka düştü; ama sevdası vuslata ermedi. Şeyda’nın hüzünlü gözleri, aile içinde “aşkın ateşi”nin hiç sönmediğini hatırlattı.

Şeyda, Allah’ı arayan bir ruhla doğmuştu. Onun çocukluk oyunları, gökyüzüne bakıp varoluşun sırlarını çözme arzusuyla şekillendi. Medrese eğitiminde matemle ve tasavvufla iç içe büyüdü; her sayının ardında bir düzen, her harfin içinde bir ilahi sır gördü. Şeyda’nın kalbi, hem hüzünle hem sevinçle doluydu: dünyadaki eksiklikler onun ruhunu derinleştiriyor, aşk ve ulviliği besliyordu.

Eda – Hikmet ve Düzenin Simgesi

Eda: Düzenin ve hikmetin kızıydı. Matematiği sevdi; her denklemde Allah’ın kudretini gördü. Üniversitede mühendis oldu; ama her formülü bir zikir gibi çözüyordu. Kalbinde saklı aşkı kimselere anlatmadı. Onun hikâyesi, sabrın ve içsel düzenin destanıydı.

Eda, düzen ve hikmetle yoğrulmuş bir kızdı. Eğitiminde felsefe ve ilimle birlikte tasavvuf dersleri, onun kalbinde hem mantığın hem aşkın dengesi kurdu. Onun varlığı, Selman ve Şerife’ye evin içindeki sükûneti, ilahi uyumu hatırlatıyordu. Eda’nın ulviliği, karmaşık bir dünyanın içinde düzeni ve merhameti korumasından geliyordu.

Kübra – Ulviliğin ve Merhametin Yansıması

Kübra: Merhametin ve büyüklüğün aynasıydı. Şiirler yazdı, çocuklara ders verdi. “Sevgi insanı büyütür,” derdi. Bir gün sevdiği genci buldu; ardından yazdığı şiirlerde “vuslatını beklerken ” aşka dönüştürdü. Kübra, hüznü şefkatle yoğurdu.

Kübra, adı gibi büyüklüğü ve merhameti simgeliyordu. Çocukluk oyunlarında bile başkalarının acısını hissediyor, onların yükünü hafifletmek için çabalıyordu. Eğitiminde edebiyat ve şiirle ruhunu besledi, kalbindeki ulvi sevgiyle hem aileyi hem de çevresini aydınlatıyordu. Kübra, sevinç ve hüzün arasında gezinerek yaşamın ulvi ritmini öğreniyordu.

Abdullah – Teslimiyetin ve Bağlılığın Tim¬sali

Abdullah: Allah’ın kulu olmanın bilincini her anında taşıdı. Medrese eğitiminden geçti; zikir meclislerinde kalbi yanarak büyüdü. Teslimiyetini öyle yaşadı ki, köy halkı onu “imam efendi” diye çağırmaya başladı. Abdullah’ın sesi, köy camiinde Kur’an okurken göğe yükselen bir dua gibiydi.

Abdullah, adının hakkını verircesine Allah’a teslim olmuş bir ruha sahipti. Çocuk yaşta duaları, tasavvufî şiirleri ve zikirleriyle kalbini ulvi bir huzurla dolduruyordu. Eğitiminde hem ilim hem ibadet vardı; o, Selman’ın arıların çalışkanlığında gördüğü ilahi düzeni kendi ruhunda yaşayarak büyüdü.

Etem – Sürekliliğin ve Sonsuzluğun Aynası

Etem;Etem’in varlığı, zamanın ötesine uzanan bir metafizik derinliği simgeliyordu. Onun ruhu, doğumundan itibaren ailedeki geçmiş ve gelecek arasında köprü kuruyordu. Eğitiminde matematik ve astronomi ile birlikte tasavvuf dersleri aldı; kainatın sürekliliği ve Allah’ın sonsuz kudreti onun yaşamının merkezini oluşturuyordu.

Sürekliliğin, sonsuzluğun aynasıydı. Çocukken gökyüzüne yıldızları sayarak uyurdu. Astronomi okudu; evrenin derinliklerinde Allah’ın kudretini aradı. Onun için her yıldız bir Esmaü’l-Hüsna’nın ışığıydı. Etem, bilimin içinde tasavvufu arayan bir yolcuydu.

Sevinç, Hüzün ve Matem

Çocuklar büyürken Zara’daki ev bir yandan kahkahalarla, bir yandan gözyaşlarıyla yoğruldu. Sevinçle hüzün iç içeydi; çünkü dünya dediğin zaten bir gurbet, bir misafirhane değil miydi?

Etem, üniversite yıllarında başladığı akademik yolculuğu zamanla derinleştirdi. Meraklı ve araştırmacı kişiliği onu derslerin ötesine taşıdı; sadece öğrenci olmayı değil, bilgiyi üretmeyi de kendine vazife bildi. Çalışmaları, okuduğu kitaplar ve hocalarıyla yaptığı tartışmalar, onda öğretme arzusunu daha da kuvvetlendirdi. Böylece zamanla kürsüye geçen, ders anlatan, fikir üreten bir üniversite hocası oldu. Onun için akademisyenlik yalnızca meslek değil, aynı zamanda bir hizmet yoluydu; nesillerin zihnine dokunma, yeni ufuklar açma imkânıydı.

Eda ise yüksek lisans eğitimine yöneldi. Kendi alanında daha derinleşmek, düşünceyi daha sistematik hâle getirmek için bu yolu seçti. Lisans yıllarında edindiği birikimleri daha disiplinli bir şekilde ele alarak, araştırma kültürüyle harmanladı. Yüksek lisans süreci, onun için yalnızca dersleri tamamlamak değil; bir tez yazmak, bir meseleyi kendi dilinden anlatabilmek ve bilim dünyasında küçük de olsa bir iz bırakabilmek anlamına geldi. Eda’nın bu yönelimi, onu kendi alanında daha bilinçli ve donanımlı kıldı.

Şeyda ise farklı bir yoldan yürüdü. O, insanlara doğrudan temas eden, hayatlara dokunan bir mesleği seçti: sağlıkçılık. İnsanın en çaresiz anında yanında olmak, dertlere şifa vesilesi olmak, topluma somut bir fayda sunmak onun tercihiydi. Sağlıkçı olmak, Şeyda için bir işten çok daha fazlasıydı; fedakârlık, sabır ve merhamet gerektiren bir meslekti. Her gün farklı insanların hikâyelerine tanık olmak, onların sevinçlerine ya da acılarına ortak olmak, onun meslek hayatını manevi bir anlamla doldurdu.

Böylece üç farklı yol, üç ayrı yönelim ortaya çıktı:

• Etem, ilim yolunda üniversite hocalığına adım attı.

• Eda, araştırma ve akademik derinleşme yolunda yüksek lisansla ilerledi.

• Şeyda ise insan hayatına doğrudan temas eden sağlık alanında hizmet etmeyi seçti.

Hepsinin yolu farklı görünse de ortak noktaları, insanlığa hizmet etme iradesiydi.

Abdullah’ın Ayrılığı

Ailenin ilk büyük acısı Abdullah’ın ayrılığı oldu. Henüz gençliğinin baharında, kalemiyle, defteriyle, yazdığı şiirlerle köyde bir ışık olmuştu Abdullah. Kelimeleri, dağların sessizliğini konuşturur, çayın şırıltısına mana katardı. Onun dizelerinde aşk da vardı, isyan da, teslimiyet de. Zara’nın taşlı yollarında yürürken, köylüler birbirine mısralarını söylerdi:

“Bu çocuk, kalemini kalbine batırıyor,” derlerdi.

Fakat bir gün, kaderin keskin rüzgârı esti. Abdullah, ani bir şekildetoprağa düştü. Daha dudaklarında şiir tazeyken, gözleri ufka bakarken Hakk’a yürüdü. Şerife, oğlunun defterlerini göğsüne bastı, sayfalarını tek tek öperken, gözyaşları kâğıtların mürekkebine karıştı. Selman ise o gün kovanların başına gitti, arıların uğultusu içinde diz çöktü:

“Ya Rabbi… Canı sen verdin, sen aldın. Abdullah’ımın mısralarını sen yazdırdın, şimdi onu da yanına aldın. Bu matem ateştir ama ateş de senindir. Biz sabrederiz, çünkü sabır sana yaklaştırır.”

O günden sonra Abdullah’ın şiirleri Zara’nın belleğinde yaşamaya devam etti. Onu tanıyanlar, her dizenin ardında onun ruhunu, kalbinin inceliğini işitiyordu. Ölüm, bedeni almıştı ama kelimeleri kalmıştı. Böylece Abdullah, köyün hafızasında bir “söz şehidi”ne dönüştü.

Kübra’nın Yolculuğu

Hüzünle birlikte bir sevinç de vardı: Kübra’nın başarısı. Sessiz, derin düşünen, azimli bir kızdı Kübra. Lise yıllarından itibaren kitaba sarılmış, her gece mum ışığında sayfalar arasında kaybolmuştu. Hayali üniversiteydi; köyün ötesine geçmek, ilimle kanatlanmak istiyordu.

Ve bir gün, beklenen haber geldi. Kübra, Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden birine kabul edildi. Bu haber, evin içinde bir bayram gibi yankılandı. Şerife’nin gözleri yaşla doldu, Selman ise kızının alnını öperken şöyle dedi:

“Kızım, sen ilim yolunu seçtin. Bil ki ilim Allah’ın nurudur. Bu nurla hem kendini aydınlat, hem başkalarını. Ama unutma: Ne kadar yükselirsen, tevazu seni daha da yüceltecektir.”

Kübra’nın gidişi evde bir boşluk da bıraktı. Şerife günlerce kızının odasında kaldı, elbiselerini kokladı. Selman, sabırla eşine yaklaştı: “Bırak gitsin hanım. Çiçek dalından kopmasa nasıl kurur? Bizim dualarımız onun ardında. Her ayrılık aslında bir vuslata hazırlıktır.”

Kübra, üniversitede başarılı oldukça Zara’nın adı da anılır oldu. Köydeki çocuklara örnek, aileye gurur kaynağı oldu. Ama her başarı, biraz da ayrılığın acısını getirdi. Ev boşaldıkça, Selman ve Şerife birbirlerinin gözlerinde dayanacak güç buldu. Onlar için evlatların gidişi, bir kayboluş değil, Allah’ın onlara çizdiği yolun tamamlanışıydı.

Abdullah’ın ölümü, evde matem; Kübra’nın başarısı, evde sevinç olmuştu. Hüzünle sevinç, aynı sofrada yan yana oturdu. Selman ve Şerife, her yeni güne şu sözle tutundular:

“Her şey Allah’tan gelir; ayrılık da vuslat da, ölüm de hayat da… Biz sabrederiz, şükrederiz. Çünkü sabırla hüzün bal olur, şükürle sevinç dua olur.”

Balın Hikmeti

Selman, Zara’da ziraat teknikeriydi. Toprağı tanır, suyun dilinden anlardı; hayvanlara da sevgiyle yaklaşırdı. Ama onun gönlünde arının ayrı bir yeri vardı. Çünkü arı, kâinatta Allah’ın kudretini en berrak şekilde yansıtan mahlûktu. Kovanların başına her sabah gittiğinde, arıların kanat sesini sadece bir vızıltı olarak duymazdı; ona göre bu ses, evrenin kalbinden yükselen ilahi zikrin yankısıydı.

Arılar, çiçekten çiçeğe uçarken Selman onların adeta Allah’ın esmasını topladıklarını düşünürdü. Güneşin altında titreyen her kanat, ona “Ya Hayy” der gibi gelir, her çiçekten damla damla toplanan öz, “Ya Rahman” diye fısıldardı. Selman için bal, sadece bir gıda değil, varlığın hakikatine dair bir işaretti: sabırla, emekle ve aşk ile damla damla süzülen bir sır.

Çocuklarına her fırsatta şunu söylerdi:

“Evlatlarım, arıya bakın. O küçük bedenine rağmen koca kainatı omuzlar. İnsan da böyledir: görünüşte küçüktür, ama kalbine Allah sığar. Arı gibi çalışın, bal gibi kalın. Çünkü bal tatlıdır ama kolay gelmez; acı çiçeklerden, dikenli dallardan, uzak yollardan toplanır. İşte insanın kalbi de öyle olmalı: acılardan geçip tatlıya ulaşmalı.”

Şerife, kocasının getirdiği balları sofraya sürerken, her damlayı bir şifa, bir dua gibi görürdü. Onlar için balın tadında sadece sevinç değil, hüzün de vardı. Çünkü bal, çiçeğin ömrünü tüketerek, arının emeğini harcayarak ortaya çıkıyordu. O tatlılık, bir feda edişin sonucuydu. İşte Selman’ın gönlüne işleyen hakikat buydu:

• Bal, fedakârlığın şifasıydı.

• Arı, sabrın canlı sembolüydü.

• Kovan, birlik ve kardeşliğin aynasıydı.

Selman ve Şerife’nin aşkı, çocuklarının ulviliği ve arı kovanlarının kutsallığıyla birleşerek, evin her köşesinde bir dua, bir hikmet ve bir aşk akışı oluşturuyordu. Her bal damlası, hem dünyevi emek hem de ilahi aşkın sembolüydü; çocukların gözlerinde ise ulviliğin yansıması.

Hüzün, zaman zaman köyün taş sokaklarında kendini gösteriyordu: hastalıklar, ayrılıklar, geçici kayıplar… Ama her sevinç, her doğum, her bal damlası, bu hüzünleri aşan bir ulvi ışık olarak yükseliyordu. Selman, arıların kovandaki sessiz işini izlerken, her damlanın bir dua, her adımın bir ibadet, her nefesin bir aşk olduğunu bilerek yaşadı. Şerife’nin sessiz sabrı ve çocukların ulvi ruhları, ailenin hayatını kutsal bir destan hâline getirdi.

Ve böylece, Zara’nın taşlı yollarında su yürekli bir kardeş olarak yaşayan Selman Bağrıyanık, Şerife ve beş ulvi evladı, hem dünyayı hem ruhları besleyen bir hikâyeyi yazdılar: her hüzün bir tefekkür, her sevinç bir şükür, her bal damlası ve her çocuk, Allah’ın isimlerinin yeryüzüne taşınan birer ışığıydı.

Selman bazen kovanların önünde saatlerce sessizce otururdu. Çocuklar onu izler, niçin böyle durduğunu sorarlardı. O ise tebessüm ederek şöyle derdi:

“Arıların işinde Allah’ın kudreti gizlidir. Onlar hiç yorulmaz, hiç şikâyet etmez. Hepsi bir düzenin parçasıdır. İnsan da böyle olmalı: sabırla çalışmalı, Allah’a sığınmalı, topladığı her damlada Allah’ın adını görmeli. Bal sadece ağızda tat değildir; kalpte huzurdur.”

Ve gerçekten de öyleydi. Selman için arı sevgisi, bir hayvan sevgisinin ötesindeydi. Bu, bir tasavvufi aşktı: küçücük bir canlının hareketlerinde Allah’ın kudretini, rahmetini ve hikmetini görme aşkı.

Selman’ın Arı Üzerine Tefekkürü

“Evlatlarım… Yaklaşın yanıma, şu kovanın başına. Size bir sır söyleyeceğim.

Bakın şu küçücük arıya. Allah Teâlâ Kur’an’da ona hitap etti: ‘Rabbin bal arısına vahyetti.’ (Nahl Suresi, 68). Düşünün, arıya bile vahyedilmişse, insana ne düşer?

Arı, çiçeği seçerken yanılmaz. Çünkü her çiçekte Allah’ın ayrı bir esması gizlidir. Bir çiçeğin yaprağında ‘Ya Latîf’ tecelli eder, diğerinin kokusunda ‘Ya Rahman’, bir başkasının renginde ‘Ya Cemîl’… Arı bunların her birini tek tek toplar. O yüzden bal, sadece tatlı değil; esmaların birleşmiş nurudur.

Ama arıya bakın, evlatlarım: O tatlıya kolay varmaz. Kanadıyla dağları aşar, sabırla dikenler arasında yol alır. Hiç şikâyet eder mi? Hayır. Çünkü bilir ki yol ne kadar çetin olursa, bal o kadar hakiki olur. İşte insanın yolu da böyledir. Çile çekmeden, acıya sabretmeden kalbin balı çıkmaz.

Arı kovanına bakın… Hepsi bir tertip içinde. Kimi kanat çırpar, kimi nektar taşır, kimi kovanda durur. Hiçbiri ‘ben’ demez, hepsi ‘biz’ der. İşte tasavvuf yolu da budur: ferdiyetini Hakk’ın birliğinde eritmek. Evlatlarım, birliğin sırrı buradadır. İnsan nefsiyle kavga ettikçe dağılır; ama Hak’ta birleşti mi arılar gibi olur.

Bal… Ah o bal! Allah onu ‘şifa’ diye anmıştır. Ama sadece bedene şifa değildir. Kalbine de şifadır. Kim ki aşk yarası taşır, balın tadında Hakk’ın rahmetini bulur. Çünkü bal, fedakârlığın damlasıdır. Çiçek ölür, arı yorulur, yol tükenir ama sonunda bal damlar. İşte evlatlarım, bal demek aşk demektir.

Bilesiniz ki arı, kulun halini öğretir. Küçücük kanadıyla dünyayı dolaşır ama Allah’ın emrine sığınır. Sen de küçüksün, ama kalbine koca kâinatı sığdırabilirsin. Yeter ki arı gibi ol: sabırla, çalışarak, zikrederek, şükrederek…

Ben size vasiyetim şudur:

Arı gibi olun. Çalışkan olun. Şikâyet etmeyin. Ne kadar acı görseniz de balınızı koruyun. Çünkü insanın en büyük imtihanı, gönlünün balını kaybetmemektir.”

Selman sustu. Kovanın uğultusu, bir zikir gibi devam etti. Çocuklar, babalarının gözlerindeki derinliği gördüler: Balın tatlılığıyla yoğrulmuş, sabırla damla damla olgunlaşmış bir kalbi…

Balın İçindeki Dua

Yıllar, dağlardan akan çaylar gibi geçti. Çocuklar köklerinden kopmadı ama rüzgârın tohumları savurduğu gibi farklı şehirlere dağıldılar. Her biri kendi yolunda yürüdü; kimisi aşkı aradı, kimisi ilmi, kimisi sabrı. Fakat hangi yolda olurlarsa olsunlar, hepsi babalarının dizinin dibinde öğrendikleri hakikati unutmadı: “Arı gibi çalış, bal gibi kal.”

Selman yaşlandığında hâlâ kovanlarının başındaydı. Saçları beyaz, beli bükülmüş, elleri nasırlıydı ama gözleri hâlâ çocuklarının doğduğu günkü gibi ışıldıyordu. Kovanların uğultusunu dinlerken, o sesleri artık sadece arıların kanadı değil, zamanın kalp atışları gibi işitiyordu. Her kanat vuruşunda geçmişin hatırası, her bal damlasında geleceğin duası vardı.

Bir gün Şerife’ye dönüp şöyle dedi:

Şu bal var ya Şerife, bütün ömrümüz gibi. Acısı var, tatlısı var; ama sonunda şifa oluyor.

Şerife gözyaşlarıyla gülümsedi. Omuz omuza yürüdükleri onlarca yılın acısı ve sevinci aynı damlada toplanmış gibiydi. Onlar artık hem aşkın hem hüznün hem sevincin hem de mateminin birer aynası olmuşlardı. Abdullah’ın yokluğu hâlâ içlerinde bir sızıydı; ama onun şiirleri her okunduğunda, sanki mezarından değil, göklerden sesleniyordu. Kübra’nın başarısı ise Zara’dan yükselmiş bir minare gibi, köyün ufkunu aşarak yeni nesillere ilham olmuştu.

Çocuklarının isimleri, sadece birer isim değil; Allah’ın esmalarının yeryüzündeki yankılarıydı.

• Şeyda’da aşkın yanışı,

• Eda’da zarafetin ve latîfliğin nuru,

• Kübra’da Allah’ın “El-Kebîr” isminin büyüklüğü,

• Abdullah’ta “Abdullah” ismiyle kulluğun özü,

• Etem’de ise bilginin ve hikmetin izleri görünüyordu.

Her biri ayrı bir tecelli, ayrı bir rahmetti.

Selman kovanlardan çıkan balı avucuna aldı, göğe kaldırdı. Gözleri dolu, kalbi huşu içinde fısıldadı:

“Ya Rabbi… Bu bal, Senin katından bize indirdiğin rahmettir. Çiçekten çiçeğe dolaşan arının sabrı, bizim ömrümüzün sabrı oldu. Biz de bu bal gibi olduk; acıyla tatlıyı birleştirdik, sevinçle hüznü yoğurduk, aşkla matemi aynı damlada topladık. Kabul eyle ya Rabbi… Kabul eyle ki, ardımızda kalanlar da şifa bulsun.”

Şerife onun elini tuttu, avuçlarındaki balı dudaklarına değdirdi. Gözyaşlarıyla karışan o tat, onların hayatının özeti oldu: acıdan damlamış bir tatlılık, imtihandan doğmuş bir şifa.

O günden sonra Zara’nın taşlı yollarında, çeşme başında, yayla yolunda insanlar birbirine şu cümleyi fısıldadı:

“Su yürekli kardeşimiz Selman Bağrıyanık’ın hikâyesi, balın hikmetidir.”

Ve Selman’ın destanı, yalnızca bir aile masalı değil, aynı zamanda aşkın, sabrın, ulviyetin ve insan kalbinin bal gibi özünün ebedî hikâyesi olarak kaldı.

YAZARIN SON YAZILARI
26 Temmuz 2022
8 Ocak 2025
16 Ağustos 2021
14 Haziran 2021
19 Ekim 2021
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.