Dolar 32,4375
Euro 34,7411
Altın 2.439,70
BİST 9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Sivas 25 °C
Az Bulutlu

Prof. Dr. Fuat Sezgin üstadımızın vefatının beşinci yılının ardından

03.07.2023
306
A+
A-

İslam âleminin yüz akı, Türk Milletinin Medarı iftiharı merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin üstadımızın vefatının beşinci  yılının ardından

“Okuyan, yazan, düşünen bir millet olmalıyız”
Prof. Dr. Fuat Sezgin
Değerli Dostlar!
Bildiğiniz üzere; İslam âleminin yüz akı, aziz milletimizin medarı iftiharı merhum Fuat Sezgin hocamızı, 30 Haziran 2018 tarihinde sonsuzluğa uğurladık.
Ahirete irtihalinin, beşinci seneyi devriyesinde, bu vesile ile, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla Prof. Dr. Fuat Sezgin yılı olarak ilan edilen 2019 yılında “Bilim Tarihi Dostu Prof. Dr. Fuat Sezgin” ismiyle hazırlayıp, 03.01.2019 tarihinde yayınlanan “Bilimler Tarihi Dostu Prof. Dr. Fuat Sezgin “adlı kitap  ile gençlerimize ulaşmıştık.
Bu vesileyle,Bilimler Tarihi Dostu Prof.Dr.Fuat Sezgin diyorki;
….
“Arap-İslam bilimlerinin, Yunanca kitapların Arapça tercüme ve çalışmalarının İspanya dışı Avrupa’daki resepsiyon ve özümsenme akımının ana hatları gösterildi. Bu süreç bizim bildiğimiz kadarıyla 10. yüzyılın ikinci yarısında başladı ve yaklaşık 500 yıl sürdü. Avrupa’nın yaratıcı evresinin başlangıcı 16. yüzyılın başlarında görünüyor ve burada bilimler tarihindeki önderlik rolü de yaklaşık bir yüzyıl sonra gerçekleşti.
Eğer Müslümanlar bilim tarihinde o denli ileri gitmiş idilerse, niçin bugün bu derece geri kalmış bulunuyorlar?
Arap-İslam bilimlerinin tarihiyle uğraşım sırasında öğrendiğim faktörleri burada sıralamak cüretkarlığını göstermekten kaçınmıyorum:
1) İslam’ın erken döneminde Araplar manevî uyanış havasına ve zaferlerden doğan güvenlerine paralel olarak güçlü bir bilgi susamışlığıyla doluydular; böylelikle öğrenmeye tutkun ve yabancı unsurları almaya hazır haldeydiler.
2) Bu şuuru yansıtan yeni din, bilimleri engellemediği gibi üstelik teşvik etti.
3) Emevi, Abbasi hanedanları ve diğer devlet adamları bilimleri birçok yönden desteklediler.
4) Diğer dinlerin kültür taşıyıcılarına karşı, memleketlerinin fethedilmesi sonrasında Müslümanlar tarafından iyi davranıldı, değer verildi ve onların yeni topluma katılmasını sağladılar.
5) Daha birinci yüzyıldan itibaren İslam toplumunda, Avrupa’nın Ortaçağ’da ve sonrasında malumu olmayan, eşi görülmedik, verimli bir öğretmen-öğrenci ilişkisi gelişti. Öğrenciler sadece kitaplardan değil, bunun yanısıra doğrudan doğruya hocalar tarafın- dan verilen dersler yoluyla bilgiler edindiler. Bu, öğrenme eylemini kolaylaştırıyor, böylece güvenilir bir bilginin garantisi oluyordu.
6) Doğa bilimleri ve felsefe, filoloji ve edebi- yat başlangıçtan beri, teolojik değil, dünyevi bir anlayışla yapıldı ve sürdürüldü. Bilimlerle uğraşmak, sadece din adamları sınıfının imtiyazı değildi, bütün meslek gruplarına açıktı. Bu yüzdendir ki biyografik ve bibliyografik eserlerde Arap-İslam kültür dairesinin çoğu bilim adamının baş adları meslek nitelemeleridir, terzi, ekmekçi, marangoz, demirci, deve sürücüsü ve saatçi gibi.
7) Daha 1./7. yüzyılda camilerde umuma
açık ders faaliyeti başladı. 2./8. yüzyılda önemli filologlar, edebiyatçılar ve tarihçiler büyük camilerde kendi eğitim kürsülerine (usṭuvāne) [sütun] sahiptiler. Bu eğitim- öğretimde derslerin ve tartışmaların nasıl olduğuna ilişkin bize ulaşan haberler yüksek bir akademik stile tanıklık etmektedirler. Bu büyük camiler, 5./11. yüzyılda devlet üniversiteleri kurulana kadar kendiliklerinden ilk üniversitelere dönüştüler.
8) Arap yazısının karakteri, Arapçanın kolay ve hızlı yazılmasına imkan tanıyordu ve böylelikle kitaplar çok geniş bir yayılma alanı bulabildi.
9) Hızlı ve köklü bir şekilde gelişen filoloji, bilginlere eserlerinin redaksiyonu ve yabancı dillerle olan ilişkileri için sağlam bir temel sağladı.
10) Yabancı terminolojilerin alınması ve benimsenmesi, tam tanımlama ve bilimsel kesinlik için bakış açısını keskinleştirdi, kendine özgü Arapça terminolojinin ve bilimsel dillerin oluşturulmasına götürdü.
11) Yazılı aktarım, önce Hicretin ilk yüz- yılından beri ilerletilen geleneksel papirus endüstrisi ile, daha sonra ise Çin’den alınan ve İslam dünyasında yazı malzemesi olarak geniş bir yaygınlık kazanan kâğıdın üretimi için imalâthaneler kurulmasıyla da ciddî biçimde desteklendi (bkz. s. 175 vd.)4.
12) 10. yüzyılda daha iyi ve daha uzun süre kalıcı mürekkebin, bir tür karışım olan isden mamul demir palamutu mürekkebinin (karışımda bulunan ögeler: demir sülfatı, meşe palamutu ekstresi, gummi arabicum/
4 Bu görüşe karşı, son yıllarda asıl alanı arabistik olmayan, Arap-islam kültür çevresine belirli bir küçümsemeyle yaklaşan bazı kimselerde bir eğilim görünmektedir: Buna göre, Araplar kâğıdı İtalya’dan ithal etmek zorundaymışlar. Bu görüşün arkasında, Arapların bilimler tarihindeki yaratcılıklarına ve Avrupa’daki bilimsel ilerlemeye etkilerinin olduğuna inanmamak yatmaktadır.
arap zamkı ve su) geliştirilmesi siyah koyu bir yazıyı mümkün kıldı, böylece yazıların zaman içerisinde solmadan veya kahverengileşmeden daha uzun süreli kalıcılığı sağlandı5.
Tam hakkıyla iddia edebiliriz ki Arap-İslam kültüründe bilimlerin hızlı, geniş ve köklü gelişimi üzerinde bütün bu faktörler hep birlikte rol oynamıştır ve bu faktörler sadece kısa bir zaman dilimi için değil, aksine yüzlerce yıl etkili olarak kalmışlardır. Sık sık, genelde dinin, özelde ise ortodoksinin, teolojinin veya tasavvufun bilime zarar verici etkisinden bahsetmek haksız bir davranıştır. Bu tür düşüncelerde, Arap-İslam bilimlerinin bilinen gelişiminin yüzlerce yıl boyunca sürekli ilerlediği ve yaratıcılığın 16. yüzyıla kadar gevşemediğini göz ardı edilmektedir.
Herşeyden önce, Arap-İslam bilimlerinin tercümeler sayesinde ve 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel, teknik aletler ve araçlar yoluyla Arap İspanya üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya başlamıştır. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Avrupa’ya Sicilya ve Güney İtalya üzerinden geçen ikinci bir yol açılmıştır.
Avrupalılar’ın 11. yüzyılın sonundan kısa bir süre önce İslam dünyası ile savaşmaya karar vermeleri çok büyük bir önem taşıyor.
Haçlı seferleri adı altında bilinen sekiz savaş, 1095 yılından 1291 yılına kadar sürmüştür. Bazen zafer bazen de yenilgi ile sonuçlanan bu savaşlarda Avrupalılar gerçek anlamda hep kazanan ve kârlı çıkan gruptu.
Savaşlar İslam dünyasını sadece ekonomik açıdan zayıflatmakla kalmıyor, aynı zamanda bilimsel ilerlemenin akışını da zedeliyordu ve Filistin’de bazı bölgelerin işgaliyle ki bu, İslam dünyasının merkezine kama saplamak gibi bir şeydi- ulaşılan yeni başarıların ve kitapların yayılma işini zorlaştırıyordu.
Bugünkü bilgi seviyemize dayanarak diyebiliriz ki o dönemde Müslümanlar hem teknikte hem de bilimlerde işgalcilerden çok çok ileri bir seviyede bulunuyorlardı.
İşgalciler burada karşılaştıkları seviyede, eşdeğer herhangi yeni bir şey verebilecek durumda değillerdi.
Müslümanlar özellikle, savunma gayesinde kanatlanmış olarak, silah geliştirmede önemli başarılar sağlamış görünüyorlar; meselâ çarklı büyük tatar oku, dengeli mancınık, ateşli el silahları, el bombaları ve ayrıca çelik yay kullanılması vb. gibi.
Yalnız uzun vadeli bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, silah tekniğindeki bu gelişmeler, mucitlerinden çok Haçlılar’ın memleketlerinde onların daha çok işine yarıyor ve onlardan faydalanılıyordu.
Savaş tekniğindeki bütün bu yenilikler yaklaşık 50 yıllık bir zaman diliminde Avrupa’da yeniden ortaya çıkıyordu. Bu silahlara ve onların kullanım ve imal bil- gilerine Avrupa’da ilk önce Haçlılar yoluyla ulaşıldığından hiçbir kuşkuya yer olmasa gerek.
İslam dünyası merkezinin bir bölgesinin savaş ve işgal altında acı çektiği sıralarda, 613/1216 yılında doğu bölgeleri Moğollar tarafından işgal edilmeye başlandı.
İran’a yaklaşık yedi yıl boyunca süren Moğol saldırıları sırasında -ki bu, 628/1231 yılında ülkenin çok büyük bir bölümünün istilasıyla son bulmuştu , yerel bir çok kültür ve bilim merkezi tahrip edilmişti. İslam dünyasının merkez bölgeleri 656/1258 yılında Bağdat’ın Cengiz Han’ın oğlu Hülagu tarafından alın-
masında ve Suriye’nin diğer bölgelerinin fethiyle başka tahripler yaşamıştı.
Konstantinopel’in fethiyle (857/1453) Osmanlılar İslam dünyasının büyük bir bölümünde önderliği ele geçirdiler.
Bütün genişleme girişimlerinde Osmanlılar, devletleri içerisinde eğitim ve bilime özen göstermeyi ihmal etmediler ve burada 16. yüzyılın bitimine kadar bilimsel yaratıcılık eksik olmadı.
Bununla beraber Osmanlılar, Portekizler ve İspanyollar’ın başarılarıyla ortaya çıkan yeni durum karşısında nihai bakımdan rahatsız edilecek ve kaybedecek tarafı teşkil ediyordu.
Dünya politikasında ve bilimlerde Müslümanların öncülük rolü bakımından en yıkıcı sonuç, 11. yüzyılın ikinci yarısında Portekiz’in ve Toledo dahil İspanya’nın çok önemli bir bölümünün kaybedilmesiydi.
Müslümanların İslam dünyasının batısında- ki politik varlıkları Granada’nın 897/1492 yılında düşmesine kadar gittikçe azalıyordu.
Bu en son kayıptan sonra, İber Yarımadası, Müslümanların yüzyıllar boyunca, içlerinde büyük başarılar gerçekleştirdiği bilim merkezleriyle birlikte artık İslam dünyasına değil, Batı dünyasına ait bulunacaktı.
Bununla ilgili bir gerçeğe dikkat çekmek gerekir ki, Arap-İslam dünyasına uzun süren aidiyeti sonrasında İspanya ve Portekiz’in hem politik hem de bilimsel bakımdan dünya sahnesinde ele aldıkları önderliği, Arap- İslam dünyasında da bir güç kaymasının gerçekleştiği aynı 17. yüzyılın başlangıcında batı ve orta Avrupa ülkelerine devretmek zorunda kalmış olmalarıdır.
İspanyollar tarafından, yüzlerce yıl boyunca Müslümanlardan alınan denizcilik, astronomi ve teknik bilgileri sayesinde gerçekleşti- rilebilmiş olan Amerika’nın keşfinin dünya çapındaki politik ve ekonomik sonuçları da düşünülmelidir.
İspanyollar’ın 15. yüzyılın sonlarına doğru beşinci kıtayı keşfedebilme durumuna gelmelerini Arap-İslam bilimlerinin Avrupa’daki süreğenliliği bağlamında anlamalıyız.
Böylelikle bu süreğenlik oluşan yeni koşullar altında ilk meyvelerini vermeye başladı. Yeryüzünün yuvarlak formuna ve büyüklüğüne ilişkin açık bir tasavvurla Araplar daha 1050 yılından önce, Portekiz’de egemenlik ellerinde iken, çok iyi bildikleri Asya’ya Avrupa’nın batı kıyısından hareket- le Büyük Okyanus üzerinden geçerek ulaş- mak için cesurca seferlere kalkışmışlardı.
Bu girişimler o kadar çok tekrarlanmış olmalıdır ki, Lisbon limanındaki bir cadde Darb el-Maġrūrīn (Yanlış yola gidenler sokağı veya maceracılar sokağı) olarak isimlendirilmişti14.
Herhangi bir kimsenin daha hiçbir ya da yeterli bir pusulanın henüz deniz seferlerinin hizmetine girmemiş bulunduğu bu erken dönemde hedefine ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Arap öncülerinden politik olarak bağımsızlaşan İspanyollar ise kendilerini bunu yapabilecek durumda hissettiler.
Gerçi el-Bīrūnī’nin (ö. 440/1048) okyanusun meskûn yeryüzü kütlesini kuşattığına ve bu kütleyi çok uzakta bulunan bir kıta veya meskûn adadan ayırdığına yönelik düşüncesini bilmiyorlardı15;
fakat Christoph Kolumbus, Arap nautik bilimcilerin Hint Okyanusu’nda geliştirdikleri pusulalara sahip bulunuyordu16.
Bundan başka, Christoph Kolumbus’a güç veren ve Hindistan’a Güney Afrika rotası üzerinden değil de batı üzerinden ulaşabilme kararını kolaylaştıran iki unsur daha bulun- maktadır. Birincisi, Arapların bir derece için 562⁄3 millik yeryüzü ölçümü değerini bilmiş olmasıydı.
….
1492 yılında Araplar Granada ile birlikte sadece İber Yarımadası’ndaki 800 yıllık hakimiyetlerinin son kalesini kaybetmemiş, bu kayıp aynı zamanda Arap-İslam dünya gücünün nihai anlamda sonunun başlangıcını duyuran bir çan sesisdir.
Gerçi Osmanlılar politik olarak egemenliklerini Akdeniz bölgesinin geniş alanlarına, Balkanlar’a, Ukrayna ve Kafkasya ile birlikte Karadeniz bölgesine ve Arap Yarımadası’na kadar Arap ülkelerine ve Kuzey Afrika’ya genişletebilme durumunda idiler.
Safeviler de 16. yüzyılda İran’da saygıdeğer bir politik gücü temsil ediyorlardı.
Ve 1526 yılında Hindistan’da kurulan Moğol-İslam İmparatorluğu çok daha önemli bir politik ve ekonomik güce sahipti.
Bu üç büyük İslam Devleti’nde bilimler de hâlâ yüksek bir seviye göstermekteydiler.
Fakat Amerika’nın keşfi ve Portekizler’in Hint Okyanusu’nda belirmeleri yüzünden, İslam dünyasının yeryüzünün eski meskûn bölgesindeki merkezi coğrafik konumunu yitirmesiyle, mevcut güç ilişkileri daha uzun süre devam edemezdi.
Bu tarihi dönüşümün sebeplerini tam olarak anlayabilmek için, yine 15. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen Portekizler’in Afrika’yı dolanarak Hint Okyanusu’na yaptıkları seferlerin önemini de göz önüne almalıyız.
Bütün Avrupalılar arasında, özellikle ülke- leri hemen hemen 400 yıl Arap egemenliği altında bulunan Portekizler’in tam da bu rota üzerinde öncü konumu ele geçirmeleri bu bağlamda çok önemlidir. Eğer bu takdire değer ve başarılı deniz seferleri girişimleri Hindistan’a giden deniz yolunun ve Ümit Burnu’nun descobrimento anlamında saf bir Portekiz “keşfi” olarak değerlendirilir ve nitelendirilirse bu bilgi yetersizliğine ve tarihi gerçeğin görmemezlikten gelindiğine tanıklık eder. Herodot bile, Firavun Necho (yaklaşık 596-594 i.ö.)’nun emriyle Finikeliler’in Afrika’yı gemi ile dolaştıklarını rivayet etmektedir19.
İslam döneminde sadece Afrika’nın güneyden deniz yoluyla dolaşılması değil, aynı zamanda güney Fas ile Çin arasında da bir ticaret yolunun var olduğu da çok iyi bilinen gerçekliktir20.
Portekizleri, Afrika’yı dolaşabilmeye ve Hint Okyanusu’nda hakimane bir şekilde seyrüsefer yapmaya muktedir kılan yeni bir denizcilik biliminin kurucusu olarak görmek bilim tarihi bakımından gerçekliğe aykırıdır.
Bugün biz, İber Yarımadası’nın batı kıyılarıyla Afrika’nın kuzey batı kıyıları arasındaki Arap egemenliği esnasında, Muvahhidiler’in egemenliğine kadar (1130-1269) devam etmiş düzenli, tam ve canlı bir denizciliğin bulunduğunu gerçekten çok iyibilmekteyiz21.
Bu denizcilik bilimi geleneğinde, daha önce kullanılmış deniz rotalarının bilgisiyle ve Arapça haritalara dayanarak Portekizliler ilk Avrupalılar olarak Hindistan’a deniz yoluyla ulaşmışlar ve orada ele geçen Arap deniz kılavuzları, yerinde yapılmış mevcut parça ve genel bakış sağlayan ve mesafe bilgileri de içeren haritalar ve orada gelişiminde çok yüksek bir seviyeye ulaşmış denizcilik bilimi sayesinde yaklaşık bir yüzyıl için liderlik pozisyonunu üstlenmişlerdi.
Gerçi Portekizler ilkin yaklaşık 100 yıl, bütün bilim dallarında Arap-İslam kültür dünyası karşısında daha geri bir seviyede bulunuyorlardı, fakat kesintisiz devam eden, siyasi, iktisadi ve dini sebeplerle başlamış, aynı zamanda askeri olarak iyi hazırlanmış seferleri onlara çeşitli zaferler kazandırmıştı.
Onların yarım yüzyıl süren istilaları esnasında, her zaman zafer elde etmiş olmasalar da, zayıf Arap ve daha sonra onlara yardıma gelen Osmanlı donanmalarını bozguna uğratmışlar, Kızıl Deniz’in, Güney Arabistan’ın, Basra Körfezi’nin, Hindistan’ın ve Malezya Takımadaları’nın kıyı bölgelerini yakıp yıkmışlar veya ele geçirmişler ve de ulaşabildikleri doğa zenginliklerini Portekiz’e getirmişlerdi.
16. yüzyılın ortalarından itibaren Portekizler, yüzlerce yıl İslam dünyasının sanki bir iç denizi olan Hint Okyanusu’nda egemen konuma gelmişlerdi. Hem Portekizliler’in hem de diğer Avrupalılar’ın bu bölgedeki egemenliğiyle ve Amerika’nın keşfiyle dünyanın politik, ekonomik ve stratejik manzarası Arap-İslam kültür çevresi aleyhine değişmiş, böylece
İspanyollar ve Portekizliler yoluyla dünya sahnesinde etkili olan devrimler hakkındaki bu açıklamalarla, Arap-İslam kültür çevresindeki yaratıcılığın duraksama sebeplerine ilişkin düşüncemi bazı somut örneklerle göstermeyi hedefliyorum.
Böylece kendimizi, uygarlık tarihinde sık sık tekerrür eden bir tarihi bulguyla karşı karşıya buluyoruz: Kendi döneminde bilimde önder olan bir kültür dünyası yerini, bizzat teşvik ettiği ve eline kendisini vuracak silahları verdiği ardılına vermek zorunda kalmıştır.
Ortaya çıkan yeni ekonomik ve askeri güç İspanya ve Portekiz’le sınırlı kalmayarak, diğer Avrupa ülkelerine de yaramış ve zamanla ağırlık merkezleri Avrupa içerisinde konumlanmış oluyordu.
Sicilya’daki Arap egemenliğinde ortaya çıkan kâğıt üretimine ve 12. yüzyıldaki İspanyol kâğıt ithalatına bağlı olarak 13. yüzyılın başında Kuzey İtalya’da ilk kez düşük kaliteli kâğıt üretme girişimleri oldu, ancak ilk başlarda başarı küçük çaplı kaldı. Fakat daha sonra Ancona civarındaki Fabriona’da, Doğu Akdeniz bölgesinin Arap kâğıt sanatının özelliklerini yansıtan ve muhtemelen Haçlılar tarafından İtalya’ya getirilen yeni bir teknik ortaya çıkınca durum değişti33.
13. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey İtalya’da gelişen kâğıt endüstrisi, bu yüzyılın sonuna doğru ihraç yapacak duruma gelmiş, 14. yüzyılda İspanyol rekabetinin üstesinden gelerek Arap pazarını ele geçirmişti. Bu süreçte Venediklilerin ve Cenevizlilerin ticarî becerileri, işbilirlikleri çok önemli bir rol oynamıştır34.
Uygun fiyatıyla pazara hakim olan İtalyan kâğıdının bize kadar ulaşan eski Arapça yazmalardan tanıdığımız yüksek kaliteye ne zamandan itibaren ulaşmış olduğunu şu anda söyleyebilecek durumda değilim.
….
Sorunun özüne gelmek için, Arap-İslam bilimleri tarihiyle ve [bu bilimlerin] Avrupa’daki resepsiyonu ve özümsenmesiyle uğraşım süresince yaptığım bir gözlemi eklemek istiyorum. Konu şudur: Avrupa’da tekniğin pratik bölümünde, teorik bölümüne göre dikkat çekici ölçüde daha hızlı bir resepsiyon, yaygınlık kazandırma ve resepsiyonu yapılan nesneleri daha ileri seviyede geliştirme yeteneği izlenimini bende uyandırmış bulunuyor.
….
Muhtemelen, kitap basım tekniği daha erken dönemde alınmış olsaydı, İslam dünyasında yaratıcılığın şiddetle azalmasının bir süre önüne geçilebilirdi.
Her halükarda, bu fenomene büyük kültürlerin ve medeniyetlerin kaderleri açısından bakmalıyız. Bu medeniyetler, zamanı geldiğinde bulundukları konumu, yükselişlerini kendilerinin hazırladığı ardılı olan medeniyete vermek zorundadır.
Ayrıca, tarihçinin bu olguyu aydınlatma denemesinde, sebepleri ilintilerle karıştırma durumuna düşmüş olması pek nadir bir şey değildir. Bizim sebepleri aydınlatma denememizin sonucu açısından, savaşların ve yeni deniz yolları “keşfi”nin birlikte etkisinin yol açtığı İslam dünyasındaki ekonomik ve politik zayıflık, bilimlerde duraklamanın ana sebebi olarak görünüyor.
Bilimlerin, yaklaşık 800 yıl boyunca kalkınma halinde olduğu İslam dünyasında gücünü kaybetmiş olmaları ve yaklaşık 500 yıl önce ulaşma yolu buldukları Avrupa’da etkilerine devam edebilmeleri ve burada iklimsel ve ekonomik koşulların yaratıcılığın süreğen şekilde devam ettirilebilmesinde daha elverişli olduğu görüşü gerçeğe çok da ters değildir. Yarıçapı sürekli genişleyen bu en yeni kültür dairesinde, öncülerden alınan bilimsel miras büyük bir hızla gelişmeye devam ediyor.
Bu durum karşısında bilim tarihçisinin görevi özellikle zordur; bir yandan geçmişin öneminin hatırlanmasını ayakta tutmak, diğer yandan da gerçeğe karşı adil olamayan yaygın tarihî gelişim tablosunu revizyona tabi tutmak ve düzeltmek.”
(İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK,Cilt I.ARAP – İSLAM BİLİMLERİ TARİHİNE GİRİŞ Fuat SEZGİN,Türkiye Bilimler Akademisi  Yayınları, Üçüncü  Baskı,Sistem Ofset, ANKARA-2015-sahife 168-179)
Değerli Dostlar;
Saygıdeğer Yusuf Kaplan Hocamız. 01 Temmuz  2018 tarihli Yeni Şafak Gazetesindeki makalesinde;
“Fuat Sezgin Hoca, pergeli medeniyetimize sabitledi, gitti…
“Dünyanın tanıdığı, takdir ettiği ama bizim hiç tanımadığımız, sürgün ettiğimiz Fuat Sezgin Hoca, vefat etti.
Çok büyük bir âlimdi; emsalsiz ilim aşkı, yorulmak bilmez çalışkanlığı ve yazdığı eşsiz eserleri, onu, dünya çapında saygı duyulan bir ilim adamı yapmıştı.
HAYATI, YÜZYILLIK TRAVMATİK TARİHİMİZLE ÖZDEŞTİ…
Nev-i şahsına münhasır bir insandan, bir topluma, Allah’ın birkaç yüzyılda bir lûtfettiği bir dehadan söz ediyoruz.
Hayatı, Türkiye’nin yüzyıllık travmatik tarihinin özeti gibiydi.
Yok oluşun eşiğine sürükleniş, toparlanış ve ayağa kalkış serüveni.
Yüzyıllık zorlu maceramızı, kısaca böyle özetleyebiliriz.
Bin yıllık devasa bir medeniyet hazinesinin üzerinde oturup da böylesine muazzam ve muazzez birikimi, inkâr etmeye kalkışmamız, tam bir yok oluş felâketinin, -kelimenin tam anlamıyla- intiharın eşiğine sürüklenmemizle sonuçlandı başlangıçta.
Düşünsenize… Hem bin yıl dünya tarihini yapmışsınız hem de kimliksiz, kişiliksiz, ruh kökleri kurutulmaya çalışılan bir travmanın eşiğine sürüklenmişsiniz!
Batılıların fiilen sömürgeleştir(e)mediği bir ülke, içerden zihnen kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığına soyunmuş!
Sömürgecilerin bile yapmaya cesaret edemeyecekleri kadar bu ülkenin kültürel dinamiklerini dinamitlemiş, medeniyet ruhunu ve iddialarını yok etmişsiniz!
Ne var ki, bin yıl dünya tarihini yapan bir milleti yok etmek çok zordu.
Medeniyet bilinci yok edilmiş, tarih bilinci linç edilmiş bir ülkenin çocukları, bu yok oluş serüvenine seyirci kalamazlardı.
Yarma harekâtları gerçekleştirdiler her alanda…
Siyasette Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan bu yarma, toparlanma ve ayağa kalkma yolculuklarının öncüleri oldular.
Düşünce ve sanatta Necip Fazıl’la başlayan toparlanma, direnme süreci, Sezai Karakoç’larla, Nurettin Topçu, Cemil Meriç ve İsmet Özel’lerle ayağa kalkış ve diriliş sürecine dönüştü -çok şükür.
Fuat Sezgin Hoca, bu süreçleri kendi kişisel hayatında iliklerine kadar yaşamıştı.
SÜRGÜN, GÖZYAŞI VE VEFA
Bilim tarihine, özellikle İslâm bilim tarihine, İstanbul Üniversitesi’ndeki oryantalist Alman hocası Ritter’in yönlendirmesiyle ilgi duymaya başlıyor…
İlgisi her geçen gün derinleşiyor…
Yitik hazineyi iğneyle kuyu kazarcasına keşfediyor…
Sonra en verimli çağında ülkesinden sürgün ediliyor, bu ülkenin zihnine geçirilen pranga olan laiklik adına yapılan 1960 darbesinden sonra.
Sürgün hâdisesini, Damla dergisine şöyle anlatmıştı Fuat Sezgin Hoca bir kaç yıl önce:
“1960 yılında, bir hükümet darbesi oldu. Askerler devletin idaresini ele geçirdiler. Milli Eğitim Komitesi diye bir komite kurdular. Bir gün bunlar ‘hangi profesörler zararlıdır?’ diye bir liste çıkarmışlar. Bunların listeleri kanun gibiydi. Gazeteler 147 profesörün atıldığını yazıyordu. Benim de adım vardı. Askeri idarenin bir mülki idareyi bertaraf ederek devletin basına geçmiş olmasından elbette memnun olmadım. Birçok şey bekliyordum, ama bir gün üniversiteden atılacağımı beklemiyordum. Hatta Türkiye’yi kendiliğimden terk etmeyi de düşünmüyordum. Çünkü memleketime çok bağlıydım. Bu hadiseden bir yıl evvel, Almanya’da misafir doçent olarak bulunuyordum. Bana orada doçentlik yapmamı teklif ettiler. Bu teklifi gülerek reddettim. ‘Ben İstanbul’u, Türkiye’yi nasıl terk ederim?’ dedim. Özür dilediler. Gazetedeki ‘zararlı profesörler’ listesini ve ismimin bu listede olduğunu görünce ülkeden gitmemin, artık benim iradem dışında olduğunu anladım.”
“Gazeteyi çantama koydum, Süleymaniye Kütüphanesi’ne gittim ve hemen orada tanıdık üç dostuma mektup yazdım. İki Amerikalı, bir de Frankfurt Üniversitesi’nin eski rektörü olan dostlarıma. ‘Bana bir yer bulun, geleceğim’ diye yazdım. 30 gün içinde üçünden de cevap geldi. Üçü de beni memnuniyetle kabul ediyorlardı. Ancak ben Frankfurt’u tercih ettim. Frankfurt’a gittim.”
“Türkiye’yi, İstanbul’u terk edeceğim akşam, Galata Köprüsü’nün Karaköy tarafına gittim. Oradan 15–20 dakika kadar Üsküdar’a baktım. Güzel bir geceydi, artık vakit de gecikiyordu. Döndüğümde gözlerimin yaşını silmek zorunda kaldım. İşte son hislerim bunlardı. Kızmadım da, o zaman tabi üzülmüştüm. Bugün bir kızgınlık duymuyorum. Memleketime yine ne vermek mümkünse onu vermeye çalışıyorum.”
Bu uzun alıntıyı, kendi cümleleriyle Fuat Sezgin Hoca’yı bizzat tanıyalım diye yaptım.
BİLİM TARİHİ’NDE DEVRİM YAPMIŞ BİR DEHA!
Fuat Sezgin Hoca, Almanya’da sürgünde, bu ülkede yapamayacağı büyük bir devrime imza attı: Tam 18 cilt İslâm bilim tarihi kitabı yazdı.
Dahası, Buhari’nin kaynakları konusunda yaptığı çalışma da, oryantalistlerin ezberlerini bozmuş, çığır açmıştı.
Fuat Sezgin Hoca’nın genelde İslâm medeniyeti, özelde İslâm ilim tarihi konusundaki Avrupa-merkezci önyargıları yerle bir etmesi, zihinsel bir devrim oldu.
Edward Said’den çok daha önce, oryantalizmin, akademik bir emperyalizm biçimi olduğunu gözler önüne serdi.
Ülkesine âşık, bu ülkenin hâs çocuğu, medeniyet bilinci ve özgüveni yüksek, dünya çağında bir âlimdi. Bu ülkenin metamorfoz yemiş, celladına âşık aydınları, sömürge zihniyetli akademisi, Fuat Sezgin gibi bir dehayı bile yok saydı onyıl öncesine kadar!
Üstelik de bilimi kutsayan seküler çevreler, zerre kadar ilgi göstermediler!
Nedir bu?
Zihnen sömürgeleşmek, entelektüel felç geçirmek demek.
O yüzden şöyle demekten kendini alıkoyamamıştı Sezgin Hoca: “İslâm medeniyetinin büyüklüğünü, kendi insanımıza anlatmak, Batılılara anlatmaktan çok daha zor.”
Eserleri, onyıllar önce Arapçaya, İngilizceye, dünyanın belli başlı dillerine çevrilmişti ama Türkçeye henüz çevrilmiş değil. Çeviri çalışması başladı ama 10. ciltte henüz!
İSMİ ÖLÜMSÜZLEŞMELİ…
Fuat Sezgin Hocamızın çığır açan fikirlerinin ve kitaplarının okullarımızda okutulması gerekiyor…
Adına üniversite açılmalı, Fuat Sezgin Araştırma Enstitüleri kurulmalı.
Yine adına düzenli bilim yarışmaları düzenlenmeli ve Fuat Sezgin Ödülü ihdas edilmeli…
Genç kuşağı kimliksiz, idealsiz, ruhsuz bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyen sömürgeci eğitim zihniyetinden, metamorfoz yemiş, mankurtlaştırıcı, ruhsuzlaştırıcı medya ve kültür rejiminin zihinsel katliamından, köleleştirici dünyasından kurtarmak için Fuat Sezgin Hocamızın fikirlerinden, eserlerinden ve hayatından öğreneceğimiz çok şey var çünkü.
Fuat Sezgin Hoca, pergelin sabit ayağını bizim medeniyetimize sabitledi ve keşfedilmeyi bekleyen devasa bir külliyat bırakıp gitti bu dünyadan…”yazarken.
MTO talebelerine hitaben yaptığı konuşmalarında;
“Fuat Sezgin Hocamız dahi bir adamdı.
*1300 cilt İslâm bilim tarihi kitabına sunuş kaleme almış, 18 ciltlik dev İslâm Bilim Tarihi’ni yazmıştı.
*Bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan geleceği kuran, yeri doldurulamaz bir öncüydü.
*Rahmetle ve şükranla anıyoruz.”
En taze ,Fuat Sezgin Hoca’yı unutmadık, unutmayacağız…01.07.2022 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde  ki yazısın da :
“….
Fuat Sezgin Hoca, pergelin sâbit ayağını bizim medeniyetimize sâbitledi ve keşfedilmeyi bekleyen devâsâ bir külliyat bırakıp gitti bu dünyadan…
Hocamıza Allah’tan rahmet diliyorum.
Anlaşılacağı günler de yakındır: MTO var çünkü, mirasçısı biziz, MTO talebeleri. Anlayacağız, anlatacağız bütün dünyaya inşallah.”
Yusuf Kaplan “ Çağımızın dehası Fuat Sezgin Hoca’yı unutmadık, unutmayacağız.”diyordu.
Allah Fuat Sezgin ve Yusuf Kaplan gibi hocalarımızın sayısını çoğaltsın.
Bu vesile Yusuf Kaplan Hocama Yüce Rabbim Fuat SEZGİN Hocamız gibi bereketli, uzun, sağlıklı bir uzun ömür nasip etsin.
Biz MTO Talebeleri duacıyız. Allah dualarımızı kabul etsin…
Değerli Dostlar!
Merhum Fuat Sezgin Hocamızın ruhu şad olsun, Allah kendisinden ebediyen razı olsun. Mekânı cennet , makamı ali olsun.
“Niyet Hayır, Akibet Hayır”
Olur. İnşallah.
Kalın sağlıcakla…

 

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.