BİR KUŞE-İ-NİSYAN: ALİBABA CAMİİ
BİR KUŞE-İ-NİSYAN: ALİBABA CAMİİ
“Bana aynadan bakın… Bir derin, bir mahşeri sırra gömülürsünüz” Nurullah Genç-İzdüşüm
Bütün şehri sükûnete çağıran bahçenden etrafa şöyle bir baktım. Köşenin bir kuşe-i nisyan(unutma köşesi) olduğunu geçirdim içimden.
İtiraf edeyim.
Kimi zaman, evet kimi zaman; akşam olup da şehrin avdet zamanı gelince; bahçende; evlerin içine uçaklar indiren bir çocuğun hayali gibi hayaller kovalıyorum. Mesela, yapılan ilk camiyi hayal ediyorum. Rüstem Paşa’nın hocası Ali Baba için 1546-47 yılında yaptırdığı ahşap camiden bahsediyorum. Ve bir mübtedinin (aceminin) sıkıntısı gibi, sıkıntı basıyor; terliyorum. Zorlanıyorum işte. O sırada elinde sütüyle bir derviş çeşmeye gidiyor, kediler etrafına doluşuyor. Bir başka derviş, isfihan makamında ney üflüyor; ağaçlar bu terapiyle sokağa yaprak döküyor. Durmuyorum; hiç durmayan bir beşik gibi salınıyorum. Sokağında, etrafında mizacına şiddetle mugayir (aykırı) ne kadar bina varsa söküp atıyorum; aradan sökülenler sayesinde yine eski imtizaç (uyuşma) elbette tazelenir diye umutlanıyorum, ta’lik yazı karakteriyle yazılan onarım kitabenden, şehirdeki akran mescitlerden, camilerden yola çıkarak, 18.yüzylın başında yapılan onarımla yenilenen cami için restitüsyonlar yapıyorum ama nafile, nasıl ki, ilk camiyi tasvir etme konusunda başarısız isem aynı şekilde yine başarısız oluyorum…
Şafak sökerken, son cemaat yerindeki türbende Büyük Ali Baba, Ahi Mehmed Beg ibn Büyük Ali Baba, Küçük Ali Baba ve Fatma binti Küçük Ali Baba’ya duasını edip ardından, bahçende tabiatına bir tebeddül(değişim) getiren mezar taşlarının başında da dua eden derviş, gözüme bakıyor. Mebadi-i zuhurundan beri sakladığın sırlarını dervişten öğreneceğimi umut ediyorum. Nerde, o da bilgelik zamanlarından kalma bütün sırlarını alıp gidiyor.
İrkiliyorum.
Olsun diyorum; kendime ait soruların varlığıyla yetinmeyi öğrendim diyorum.
Ve anlıyorum ki bugün, evet bugün, cevap verebileceğim türde açık ve anlaşılır sorular barındırmıyor. Cevaplar için sürekli başkalarının yardımına ihtiyaç duyuyordum, oysa kafamda o kadar çok soru var ki, artık etrafımda kimsecikler olmasa da olur…
1900’lerin başında Redif binbaşılarından Ömer Efendi’nin yeniden yaptırdığı Ali Baba-yı Kebir Cami-i şerifiyle ve türbesiyle baş başayım işte. Yani çok az değişikliklerle (son cemaat yerinin açılması) bugüne gelen cami.
Ellerimi kalbime koyup, caminin etrafını batı ve doğu ekseninde saran bahçende mezar taşlarına basmamaya gayret ederek yürüyorum.
Kutsal bir yalnızlığa yürür gibi.
İşim zor biliyorum. Öyle ya, Ali Baba’nın 16.yüzyıldan beri sırladığı külliyeden geriye ne kaldı ki; cami, tekke, türbe, mektep, çeşme, çilehane, mutfak, köşk, harem, derviş odaları, ahırlar, samanlık, fırın, han, ve misafirhaneden oluşan bir külliyeden geriye kalan yalnızca Alibaba Camii ve konak değil mi?
Konak dediğim tabi ki; 1937 yılında Mehmet Susamış’a satılarak konağa çevrilen Susamışlar konağı. Aslında semahane ve yine aynı bahçede çilehane.
Bahçendeyim yine.
Ömrümün ortasında bir bahçe var işte.
Ayaklarım gökyüzüne uzadıkça; köşeni bir kuşe-i nisyana benzettiğim için ne kadar haklı olduğumla övünüyorum.
Bak haklılığıma bir işaret işte. Kepenek caddesinden aldığı bir top şekerle gülümseyen ve babasının elini de bırakmayarak şekerin tadını iyiden iyiye içine çeken çocuk, kıvrımlarıyla cepheni saran o neo-barok saçağın ucundaki toplara (dökme küre) bakıyor. İşaret parmağıyla babasına da gösteren çocuk Babasıyla birlikte bana yaklaşıyor. Baba, kendine mülhem bu kavisli saçağı göstererek bana bakıp; bu caminin eşini benzeri yoktur; niye böyle yapmışlar diye soruyor; tam o sırada, Marco Polo imdadıma yetişiyor. Onun taşlar için ettiği söz çıkıyor ağzımdan: Ne de güzel de demişti Marco Polo; ne demişti: “Taşlar yoksa kavis te yoktur da ondan… “
Biliyor musun bu cevabi verirken başka şeylerde geçirdim içimden ama söyleyemedim. Gerçekten de hiçbir Anadolu şehrinde 20.yüzyılın başında bu üslupta yapılan bir cami, mescid bulmak kolay değil hatta yoktur da. Dahası bu fikir, hangi mimar ya da ustanın fikriydi. Duruyorum işte. Bak yine durakladım. Soruya cevap olmasa da başka bir yorum getiriyorum. O dönem başka bir yerlerden gelen özel bir taş ustası ekibi bu işi yüklenmişti diyorum. Sivas’a hatta cami de ustalık hünerlerini gösterenler, 1905 yılında inşasına başlanan ve 1908 gibi tamamlanan Ziya Bey kütüphanesinde de çalışmış olabilirler miydi? Detaylar da ki ortaklık hep kafamı karıştırmıştır. Ne olursa olsun, bu şehirde 13.yüzyıl medreselerinin, camilerin, çeşmeleri, türbelerin geleneksel evlerin çözümlenmesinde ilişki kuracağımız onca unsur varken, gerçekten ama gerçekten caminin üslubunun nereden geldiği sorusu hafife alınır bir soru değil onu biliyorum.
Kim bilir bu konudaki meyusiyet bir gün ümide döner.
Ama söyleyeyim yine de ümitsizim.
Gel boşverelim şimdilik bu sualleri.
Ali Baba Cami senin için ne diyeyim. Dur gene konuyu aynı yere getireceğim. Sükûnetin dergâhısın işte. Sırlarıyla tünemiş ve kanatlarını kapatmış, bir kuşa benzetiyorum seni.
Ne diyorum biliyor musun?
İçindeki sessizliği çoğaltamayanların gürültüsü var şehirde…
Şehirde çok gürültü yapanlara ceza verilmeli.
Bir hafta bahçende kalmalılar. Hatta ve hatta bakımsız mezar taşlarıyla dolu bahçeni temizlemeliler.
Sahi, sükûnete çağrı yapan şehirlerin sessiz gövdesinden ne ara çıktı bu kadar gürültü… Şehir çığlıklayıp atamadı defterini koparanları…
Sana baktıkça gözüm bir çirkin bina siliyor.
Ne diyelim; kalp gözüyle çirkinlikleri yıkanlara selam olsun.
Fazlasını söylemek istedim, olmadı. Keşke çok daha şey söyleyebilseydim…
Ama hem cami hem konakla sarılan bu köşeye ad koydum işte; köşen huzuruyla bir kuşe-i nisyan.
Sükûnetin bana Cemal Süreya’nın dizelerini getiriyor.
Cemal Süreya diyor ki, ne diyor Cemal Süreya?..
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…